20 Şubat 2014 Perşembe

daha da buraya gelsin madem.. neden olmasın madem o dergi artık yok..

bunu unutuyormuşum meger..
ama ekleyeyim de tek yerde dursun.. =)..
Daha Hakan Günday kasım ayında socialclubmagazine için yazılan yazım..


Her zaman yazma heveslisi biri olarak, içinde yaşamadığım zaman, ortam ve durumlarla ilgili kurgusal yazmak çok zor gelmiştir bana. “O kişi ben olsaydım” diye düşünmeden yazamadım asla, bu yüzden satırların altından Atalet kendini her zaman gösterdi. Blog yazım, yorumum, adımı eklemesem bile tanındı.

Kuvvetli kişilik ya da ego meselesi değil bahsettiğim, sadece kurgulama yeteneksizliğim. Beni çok üzen bu durumun nedenini, Eric Von Daniken’in  “Tanrıların Arabaları” isimli eserinde  buldum kendimce. İlk çağlardan kalma duvar resimlerinin bazılarını ve hemen ardından astronotların uzay giysili hallerini gösterip “insan görmediği bir şeyi sadece hayal gücüyle bulamaz, o yüzden bu ilkçağ insanlarının bu resimleri yapabilmesi için  uzay giysili birileriyle (uzaylılarla) karşılaşmış olması gerekir.” diyordu Von Daniken.

Ama edebiyat söz konusu olduğunda böyle olmadığını biliyoruz.Bir kedinin, bir evin ağzından yazılmış hayranlık uyandıran yapıtlar okudum. Yazarlar beni hayrete düşürüyorlar. Bunlardan en genç olanlarından biri de Hakan Günday.  

Nostalji’nin, seksenli doksanlı yıllardaki tatlı güzel türkiye mahalle yaşamı ve insan ilişkilerinin pek sevilir olduğu zamanlardayız. Bir kaç yıldır içinde seksenler ve doksanlardan izler taşımayan eser bulmak zorlaştı. Yetmişlerden söz etmek zor elbet. Yakın tarihimizin, sonu 1980 darbesiyle biten, pek acılı pek karışık zamanlarıile ilgili yazılacak olanlar süreç devam ederken yazıldı zaten, yaşanırken. O dönemin öyle bir özelliği var ki sonradan yazılan her eser, çekilen film, sahnelenen  tiyatro ya okul müsameresi ya belgesel kıvamında oluyor. Yetmişleri yaşayanlar, seksenleri biraz boş, doksanları biraz hafif bulurlar, üstelik o dönemlerin öyle olmasını kendileri sağladıkları halde. Bu dönemlerde doğan genç edebiyatçılar kendi dünyalarını, çocukluk çağlarını pek güzel anlatıyorlar şimdi. Bizler de keyifle okuyoruz. Yirmibirinci yüzyıl ise iletişimin arttığı, insan ilişkilerinin bıçak sırtına oturduğu dönem oldu. Genç edebiyatçılar belki de bu yüzden  “eski günler”den kendi eski günlerinden  söz etmeye erken başladılar.

Kurmacadan söz ediyorum evet. Ama her kurmaca yine de içinde gerçeklik barındırır. Yaşanabilir olmalıdır ki, okunabilir de olsun. O yüzden bu tarih dersi gibi paragrafı eklemek zorunda kaldım.

Dedim ya ben içinde bulunmadığım durum ortam ve zaman dilimlerini dile getiremem, benim yazma merakım bir anı tutuculuk, bir yaşam kaydediciliği olarak sürüyor.

Hakan Günday’ı yeni edebiyatçılar arasında benim için hayran olunacak yazar konumuna yerleştiren de bu yukarda anlatıp durduğum nedenler.

Az’ı okuyordum, mezarlık çocukları, ileri derecede fakir ve ihmal edilmiş çocuklar, süt dişleri ağzındayken tarikatlara verilen, çocuk yaşta gelin edilen, şiddet gören kadınlar, kapalı kapılar arkasında yaşanan yabancı ötesi bir yaşama dair bölümler  neyse de, kitabın bir sahnesinde İngiltere’de bir parkta, iki kişi arasındaki sohbeti okurken, birden kendimi “çevirmen ne kadar iyi çevirmiş” diye düşünürken buldum. Zira ingilizler’in o kendilerine has ve başka bir dile aktarıldığında içi boşalan sıradanlaşan konuşma tarzları çok çarpıcı kaleme alınmıştı. Okumaya devam ederken, birden durdum, “ama bu kitap çeviri değil” cümlesi dolaşıyordu beynimde. Geri dönüp yeniden okudum , o bölümü, bu sefer yazara duyduğum hayranıkla. Sonra geri dönük diğer kitaplarını okumalar, yazarın hayatıyla ilgili okumalar, (üstelik ingiltere’de yaşamamış bile) verdiği röportajla ilgili okumalar… artık tarzımı tanımaya başladınız sanırım. Bilgi peşinde çok dolaşan biriyim ben. Bütün etkenleri bütün bilgi kırıntılarını toplayıp kendimce bir fikir oluşturmalıyım. Ve oluşan fikrim şu oldu “Hakan Günday bence son yılların en iyi roman yazarlarından biri.”  Ondan sonra benden kitap tavsiyesi isteyen herkese “Az” dan da söz ettim, mutlaka okunmalı dedim.

Benim farketmediğim ancak genç bir dostumun altını çizdiği bir sahneden bahsedeyim Az’dan.
Okumayı çok geç öğrenmiş, yeni öğrenmiş biri bir kitap okuyor. Hem sözcükleri okuyup anlaması hem de bahsedilen konuyu anlaması pek zor oluyor tabi. İlkokul yaşındakiler için tam kıvamında bir beyin ve zamanlama ile bile zor olan bu durum genç erişkin yaştaki bu adamı fazlasıyla zorluyor tabii. Ve sonra ki sayfada çok kötü bir el yazısıyla yazılmış bir not görüyorsunuz, okumaya çalışıyorsunuz, heceliyorsunuz, zorlanıyorsunuz ve birden durup. “Ne yapıyor bana bu yazar, okuduğunu okumak ve anlamakta zorlanan adamın çektiği ızdırabı bire bir bana da yaşatıyor. “ diyorsunuz demişti genç dostum, kitaptan bahsederken.

Hakan Günday, eserlerinde ilk sayfalardan itibaren insanı tutsak ediyor  ve duvara çarpıyor, sersemleye sersemleye, çarpıla çarpıla, tam bitti derken yeni bir darbe ile soluksuz bırakılmış bir halde son sahneye geliyor ve işte o zaman soluğunu bırakıyorsun.
En azından benim üzerimdeki etkisi bu.

“Daha”, kasım ayında yerini aldı kitapçılarda. İki kitabın isimleri de yan yana bir anlam ifade ediyor diye düşündüm.. Az Daha.. Bilmem arkası gelecek mi. Kitap adı olur, duvardan duvara vurma halleri olur. Okuru hep ters köşeye yatırmak olur.

Dil çok akıcı, betimlemeler kurgular kişiler hepsi önünüzde canlanıyor. Bir tek sözcüğü çıkar deseler elim varmaz.

Konuları da çok bizdem ama bir o kadar yabancı olduğumuz kavram ve yaşam biçimleriyle ilgili olunca, tadından okun(m)uyor..

Daha’nın arka kapak yazısı: “Siz bu cümleyi okurken, bir yerlerde insanlar, ülkelerindeki savaş, açlık ve yoksulluktan kaçmak için sonu zifiri bir yolculuğa hazırlanıyor. Ancak bu hikaye o kaçak göçmenlerle değil, onları kaçıranlardan biriyle ilgili. Adı Gazâ. Babası bir insan kaçakçısı, Gazâ da onun çırağı. Henüz 9 yaşında. Yani, hayata ve insana dair, öğrenmemesi gereken ne varsa hepsini öğrenecek yaşta.” diyor.

Yine arka kapaktan devam edelim.
“Doğu ile Batı arasındaki fark, Türkiye’dir. Hangisinden hangisini çıkarınca geriye Türkiye kalır, bilmiyorum ama aralarındaki mesafe Türkiye kadar ondan eminim. Ve biz  orada yaşıyorduk. Her gün politikacıların televizyonlara çıkıp jeopolitik öneminden söz ettikleri bir ülkede. Önceleri çözemezdim ne anlama geldiğini. Meğer jeopolitik önem, içi kapkaranlık ve farları fal taşı gibi otobüslerin, sırf yol üstünde diye, gecenin ortasında mola verdiği kırık dökük bir binanın ada ve parsel numaralarıyla yapılan çıkar hesapları demekmiş. 1.565 km uzunluüunda koca bir Boğaz köprüsü anlamına geliyormuş. Ülkede yaşayanların boğazlarının içinden geçen dev bir köprü. Çıplak ayağı Doğu’da, ayakkabılı olanı ise Batı’da ve üzerinden yasadışı ne varsa geçip giden, yaşlı bir köprü. Kursağımızdan geçiyordu hepsi, Özellikle de kaçak denilen insanlar… Elimizden geleni yapıyorduk… Boğazımıza takılmasınlar diye. Yutkunup gönderiyorduk hepsini. Nereye gideceklerse oraya… Sınırdan sınıra ticaret… Duvardan duvara…”

Dokuz yaşında bir çocuğun gözlerinden bakıyoruz bu kez.. içinde kimilerinin yaşadığı diğerlerinin boğulduğu hayata. Hayatta kalmak çocuğun babasından aldığı ilk ve tek ders.
Aşağıda alıntıladığım bir paragraf, yazarın tarzını, bilmeyenlere biraz daha iyi aksettirebilir belki. Böyle uzun bir alıntı olmasına rağmen, hemen ilk sayfalardan olduğu için spoiler oluşturduğunu düşünmüyorum. Daha çok düşünecek dinleyecek ve öğrenecek Gazâ. Biz de onunla birlikte.

“Dokuz yaşındaydım.. Bilemezdim… Nasıl hayatta kalındığını anlatmak için hayatta kalındığını… Sonra bir ara babamın o yaşlı adamın boğazından tutup ittiği anı hayal ettiğimi hatırlıyorum. Babamdaki ademelmasıından adamda da vardır diye düşündüğümü… Babamın avcunda iz bırakmış mıdır o yaşlı adamın âdemelması? Yanağımı okşadığında bana bulaşır mı?”

Hızla büyüyen Gazâ’nın gözlerinden dünyayı, insanları, kötülüğü iyiliği, din ve politikayı anlıyoruz.
Gerçekten çok şey öğreniyoruz.
Yazarın kalem gücüne, zekasına, dilinin kıvraklığına, sözcük zenginliğine, ironisine, gücüne hayran kala kala.. ileriliyoruz.. fırtınalı paragraflar arasından.

Bazı arkadaşlarım benden önce okumayı başardılar “Daha”yı.. Bir “Az” değil dediler.
Bende de değil çünkü daha … farklı sanki damıtılmış gibi.. Doyurucu sözcüğü sanırım bu eseri iyi tanımlar.

Bazı anlarda, köşe yazarı ya da siyaset analizcisi olsaydı, şu ana kadar yapılmaya çalışılan tüm analizleri kenara kaldırmış olurduk denebilecek kadar ayrıntılı ve dip bucak anlatımlar var.
hem de hiç bir siaysetten söz edilmeden yapabiliyor bunu..
Biraz Prens* biraz Devlet** gibi eğitici derinleştirici bir eser okurmuş gibi hissediyorsunuz, öte yandan da bir çocuğun zorlu büyümesini ve aslında bir roman okuyoruz.

İnsanın kendisini dolu hissetmesini sağlayan bir yazar Hakan Günday, “Daha”yı bitirir bitirmez, yeni bir kitabı çıksa da okusam özlemi sardı beni. Yeni bir yazarla tanışmanın en iyi tarafı bir eserine aşık olduğunuzda daha önce yazdığı bir kucak dolusu eseri alıp onların arasına sığınabilmektir. Ama Hakan Günday ile ben malesef eski dostuz ve ne zaman tekrar kavuşacağımız tamamen onun sözcükleri sayfalara ne zaman serpeceğine bağlı. Sabırsızlıkla bekliyorum.
Ne kadar anlatsam da nedense bu yazarı asla hakettiği gibi/kadar anlatamamışım gibi hissediyorum. Kendiniz okuyun ve derinlik sarhoşluğuna tutulun bence.

Keyifle ve kitaplarla kalın bu ay da..

* Machiavelli
**Socrates




Bu ay.. söz etmemiz gerekenler..

Şebnem İşigüzel Venüs isimli romanında türk edebiyatına unutulmayacak bir karakter kazandırdı, Şekine Hala. Bu karakterle tanışmazsanız çok şey kaybedersiniz.

Doris Lessing’i kaybettik, geçtiğimiz ay. “mutsuz çocuklluklar, romancılar yaratır” diyen bu yazar’ın Sarı Defter isimli eseri ile, Nobel edebiyat ödülünü kazanan az sayıdaki kadın yazardan biri olduğunu da anımsatalım. Nobel kazanmasından daha önemli tüm yaşamı boyunca, ayrımcılık karşıtı durşuyla tanınan bu  cesur ve güzel kadınla tanışmazsanız eksiksiniz derim, daha bir şey demem. “İsterseniz yanlış düşünün, ama kendiniz düşünün” diyen bu yazarı hiç okumadıysanız, Altın Defter’i, ardından Kediler Dair’i, ardından Türkü söylüyordu Otlar’ı.. birini ya da tümünü ama mutlaka en az birini okumalısınız derim.

Erendiz Atasü’nün yeni kitabı “Can ve Ferda” Can yayınları tarafından yayınlandı. Benim de yeni başlayacağım kitabım. Çok sevdiğim bir yazar olan Erendiz Atasü’nün adını  yeni çıkan eserler arasında görmek başlı başına mutluluk.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın mutlaka okunması gereken bu kitabı Penguin yayınevi tarafından basılacak. Okumadıysanız eksiksiniz; bu kült roman Çavdar Tarlasında Çocuklar (Sallinger) ile başabaş bir romandır. Zamansız bir klasiktir, dünyayı toplumu anlama kılavuzu gibidir. Dergah Yayınları tarafından basıldı. Kesinlikle öneririm.

Can Yayınları, Carlos Fuentes’in Cennetteki Adem isimli eserini, Emrah İmre çevirisi ile yayınladı. Tam bir Meksikomedi olarak tanımlanan bu eser benim listemde elbette.

Henry David Thoreau’nun “Sivil İtaatsizliké isimli eseri KafeKültür/Zeplin Kitaplar Dizisi arasında yayınlandı. Yakın geçmişimizde yaşadıklarımızı ve bu kalıbın ne kadar çok kullanıldığı düşünülürse, olanları anlama açısından iyi bir başvuru kitabıdır.

Ve son olarak da Tuna Kiremitçi’nin yeni kitabı, “Bu İşte Bir Yalnızlık Var” Kırmızı Kedi Yayınları tarafından basıldı.

Ahmet Ümit’in Beyoğlu’nun En Güzel Abisi hala çok satanlar listesinde ve uzun süre de kalacak gibi görünüyor.  








Image Hosted by ImageShack.us

Hiç yorum yok :

Follow my blog with Bloglovin